2. Etkinliğin Ardından
9 Ekimi iple çektik. İlk etkinliğin ardından bir hafta geçmiş sabırsızlıkla ikinci etkinliğin hayalini kurarken Cumartesi geliverdi. Sabah kalktığımızda bir de ne görelim? Keskin bir soğuk, sert bir rüzgar ve atıştıran sulu kar bize muzip muzip günaydın diyordu. Okulumuz önündeki toplanma noktasına vardığımızda Fikret Öğretmen, bugün kampus çevresinde çalışacağımızı, hava şartlarından dolayı Çatacık Ormanları’na gitmemizin uygun olmadığını söyledi. Kütüphane salonunda yerlerimizi aldık. Bugünkü konumuz, ağaç türlerini tanıma ve ormandaki doğal dokuyu ayırt edebilmeydi. İlk olarak Fikret Öğretmen, birinci etkinlikte öğrendiğimiz ızbarço bağını kimlerin tam olarak kavrayıp kolayca yapabildiğini sordu. Hep bir ağızdan haykırırcasına verdiğimiz cevap, onu çok şaşırtmıştı. Bütün parmaklar havada “ben ben” diye bağırıyorduk. “Peki”, dedi Fikret Öğretmen. “O zaman buraya çıkıp kim gözleri bağlı olarak ızbarço bağını yapacak? görelim”… Sırayla bizleri kaldırıp fularlarımızla, gözlerimizi kapadı. Biz de aynen öğrettiği gibi hızlıca tavşanı yuvadan çıkardık, ağacın çevresinde dolaştırdık ve tekrar yuvaya soktuk. “Hoooop bağların kralı ızbarço hazırdı…” Halbuki ilk öğrendiğimizde, biraz zor gelmiş, birkaç denemeden sonra yapmayı başarıp, hızlıca tekrarlamazsak unutuvermiştik. Artık, dünyada en geçerli ve yaygın olarak kullanılan bir bağı adıyla bilip, uygulayabiliyorduk.
Mehmet Öğretmen geçen etkinlikte yaptıklarımızı ve etkinlik sonrası kazanımlarımızı kısaca bize hatırlattı, belleğimizi tazeledik. Bilgisayarla birlikte projeksiyon makinası üzerinde ilk etkinliğimizin fotoğraflarına hızlıca bir göz attık. Öğretmenlerimiz resimler üzerinden örneklerle göstererek, doğru davranışlarımızı bizlere bir kez daha hatırlattılar. Tamer ağabeyin belgesel tadındaki fotoğrafları, takım liderlerinin takımlarına sahip çıkışını, birlikte uyum ve düzen içinde hareketlerimizi, öğretmenlerimizi can kulağıyla dinleyişimizi, sabırla not alışımızı, aydınlık güler yüzlerimizle ormanda geyik kardeşi selamlayışımızı izledik.
Hüseyin Öğretmen elinde büyük bir torbayla gelmişti. Yansıda gösterilen ağaç tiplerini, ormanlarımızda sıkça bulunan türleri bize tek tek anlattı. Kızılçam, karaçam, meşe, ladin gibi ağaç türleri ve bunların latince isimlerini hep birlikte öğrenip, dikkatlice notlar aldık. İşte bu yönümüzü, dikkatlice dinleyerek not tutmamızı çok beğeniyordu öğretmenlerimiz. Bu ağaç türlerinin latince isimlerinin olmasının ve bilimsel kaynaklarda hep bu şekilde anılmasının sebebinin latincenin kullanılmayan bir dil olduğundan bahsetti. Hüseyin Öğretmenimiz Latince’nin herhangi bir bozulmaya uğramaksızın aynı kalabildiğini ve bu yüzden de Fen Bilimleri ve Biyoloji’de tüm canlıların latince isimleriyle anıldığını aktardı. Latince’de çamın Pinus olduğunu, tüm çam türlerinin Pinus’la başladığını Pinus Slyvestris‘in Sarıçam, Pinus Nigra‘nın Karaçam olduğunu öğrendik. Getirdiği çantasından öğrettiği ağaç dallarını ve yapraklarını çıkararak bizim bu konuyu daha iyi kavramamızı sağladı. Can kulağıyla dinliyor, her seferinde yeni bir şeyler öğreniyorduk. Çantasından çıkardığı ardıç dalı ve üzerindeki tohumları gösterip, “bu ardıç tohumunu dikerseniz ardıç oluşmuyor. Ardıç ağacının yetişmesi için muhakkak bir işlem gerekiyor”, dedi. Ardıç ağacının tohumunu yiyen ardıç kuşu, kendi vücudunda yaptığı kimyevi değişiklik ve kakasından çıkan ardıç tohumunun yeni ardıçlar yetişmesine sebep olduğunu öğrenince, şaka ediyor zannettik. Ama, tamamen doğruydu. Ardıç ağacı, ya doğal olarak ardıç kuşuyla ya da laboratuarlarda benzer bir kimyasal işlemle üretilebiliyordu. Bir kez daha, doğanın muhteşem uyumu ve birbirine bağlı bu ekosistemin mucizesine tanık olmuştuk. Öğrendiğimiz her yeni şey bizi şaşırtıyor, doğaya ve çevreye olan saygımız bir kat daha artıyordu. Bilgi açlığımızı söylenen her cümlede biraz daha gideriyor ancak, yavaş yavaş karnımızın acıktığını da hissediyorduk. Pek çok şey öğrenmiştik. Öğrendiklerimizin uygulamasını yapmak, ne kadar öğrendiğimizi anlayabilmek için bir kampus yürüyüşü yapmak üzere, okulumuzun önünde Atatürk Heykeli’nin yanında sıraya girdik. Açıklamalı yürüyüşümüz sırasında, daha önce farkına varmadığımız şeyleri fark ettik. Bir gün önce bahçede koşup oynarken ağaç diye tanımladığımız o muhteşem canlının bir karaçam olduğunu ya da bir mavi ladin olduğunu öğrendik. Kampus çevresinde yaptığımız yürüyüşte ardıç kuşu sayesinde çoğalan farklı ardıç türlerini, at kestanesi, çınar ve sedir ağaçlarını görür görmez tanıyıp adlandırabilmenin mutluluğuyla yolumuza devam ettik.
Yürüyüşümüz esnasında Fikret Öğretmen, bir pencereye yaklaşarak, içeriyi dikkatlice inceledi. Ardından açık kapıdan girip elinde bir ahşap heykelle dışarı çıktı. Burası heykel sanatçısı Devrim Ağabeyin atölyesiydi. Doğal bir malzeme olan ahşabın bir sanat eseri üretmek içinde kullanılabileceğini, bizlere estetik bir zevk vermek için sanatçılar tarafından yeniden şekillendirilebileceğini anlattı. Bu zor ve zahmetli sanat türünün uygulayıcısı Devrim Ağabey de eserlerini üretmek için kullandığı ucu keskin yontu bıçaklarını ve diğer araçlarını bize göstererek, çalışmalarını nasıl gerçekleştirdiği hakkında bilgiler verdi. Adına ağaç dediğimiz bu canlının farklı bir biçimde tekrar bize güzellikler sunması ne şaşırtıcıydı… Yürüyüşümüze devam ederken, bir mavi ladin önünde durup günün her anında farklı tonlara bürünen o muhteşem mavinin tadına vardık. Hüseyin Öğretmenimiz, mavi ladinin oldukça kıymetli bir tür olduğunu, ender yetiştiğini, çünkü her mavi ladin üretiminden aynı güzellikte mavi ladin elde edilmediğini öğretti. Biz de önünde durduğumuz bu güzel ağacın dallarını sevgiyle okşadık. Dönüş yoluna geçtiğimizde iyice acıktığımızın farkındaydık. Yemekhanede sıraya girip tabaklarımızı alarak, bizim için ayrılmış masalara oturduk ve keyifle yemeğimizi, meyvelerimizi yedik.
Günün ikinci yarısı Erol Öğretmenimizin konuşmasıyla başladı. Kendisi bizim ne yaptığımızı, nasıl bir ortamda ne için burada olduğumuzu güzel cümlelerle aktardı. Konuşmasının sonunda sorduğu soru; “Eeee orman kimmiş?” oldu. Hep birlikte haykırdık: “ORMAN BİZİZ!..”
Erol Öğretmenin önünde birkaç kitap duruyordu. Elindeki kitap Luis Sepulveda’nın MARTIYA UÇMAYI ÖĞRETEN KEDİ’ydi. İlk bölümü bize okudu. Kendisi bir tiyatro yazarı ve sanatçısı olan Erol Öğretmen, tüm noktalama işaretlerine dikkat ediyor, her sözcüğün hakkını veriyor, adeta bir tiyatro oyunu oynarcasına bize bu edebi metni yaşatıyor, öykünün karakterlerinin herbirini ayrı ses tonlarıyla vurguluyordu. Hepimiz sus pus olduk, dikkatle Erol Öğretmeni dinledik. Birliktelik ve toplumsal uyum gibi güzel mesajları olan bu öyküyü hep birlikte tartıştık. Erol Öğretmenin ağzından çıkan tümceler hiç bitmesin istiyorduk.
Ardından Armağan Öğretmen bu haftanın bağı olan kazık bağını kendisinin hazırladığı bir sanat eseri zarafetindeki ağaç dalının üzerinde gösterdi. Çok kolay atılan ve çok kolay çözülen bu bağın, özellikle bir dala bir şey asmakta kullanıldığını, üzerine yük bindikçe sertleşip sağlamlaştığını ancak, tek bir hareketle hızlıca çözülebileceğini öğretti. Bizler de elimizdeki su şişeleri, kalemlerimiz ve kalem kutularımız üzerinde iplerimizle bu bağı tekrar ederek, ikinci etkinliğimizin kampçılık ve denizcilikte kullanılan bağını öğrenmiş olduk. Artık izbarço bağının yanı sıra kazık bağını da biliyorduk.
Hava ne kadar sert olsa da kısa bir yürüyüş ve eğitim turuna daha izin verecek gibiydi. Çantalarımızı sırtlayarak yola koyulduk. Yolumuza önce büyükçe bir sedir ağacı çıktı. Yapraklarının şekli ve gövdenin yapısından ayırt ettik hemen. Hüseyin Öğretmen en üstteki dallarını gösterdi ve rüzgar yönünde nasıl da eğildiğine dikkat çekti. Bu bölgede hakim rüzgarın yönünü öğrenmiştik hemen. Kampüsün bu bölgesinde Kuzey Batıdan esiyordu rüzgar. Sedirin en tepedeki dalı söylemişti bunu bize, daha dün anlamsız gelen pek çok şey farklı anlamlar kazanmıştı. Galiba eğitim böyle bir şey… Öğrendikçe daha bilgili, mutlu ve üretken bir birey olma yolunda ilerlemek…
Artık öğrendiklerimizle bir eser oluşturmanın vakti gelmişti. Resim yapacaktık. Fikret Öğretmen resmin imgenin ne olduğunu, bize zevk vermesi gerektiğini ancak mutlu yapılan bir resmin mutluluk yayabileceğinden bahsetti. Ama bir de ne görsün; Bazı arkadaşlarımızın suratları asılmıştı. Resim yapmaktan korkan, sevmeyenler vardı sanki. Tahtaya geçip bizim bilgilerimizden veri oluşturduğumuzu bir nesnenin karakteristiğini aktarmanın çoğu kez en güzel ifade biçimi olduğunu anlattı. Örnekledi hemen daha iyi kavramamız için. Bir kızılçam resmi yansıttı perdeye, işte bir ‘Pinus Buritia’ , bakalım karakterine, hooop dallar yükseliyor sonra yayılıp yapraklanıyor. Ardından bir meşe geldi perdeye ‘Quercus’. Bu ağaç tipi ise daha bodur ve yatay hareket etmiş gelişmiş. İşte size iki ağacın karakteri… Sonra tahtaya bir kaç saniyede bir uzun boylu yükselen dalları yapraklı bir de bodur geniş yayılımlı ikinci ağacı çiziverdi. “Hangisi meşe?” diye sordu. Hep bir ağızdan “Sağ tarafdaki” diye cevapladık. Aslında çok da zor değildi, hemen not defterlerimize bu iki tipi çizip altına adlarını yazmamızı söyledi. Öğrenince her şey ne kolay? Biz de onun gibi hemen yapıvermiştik. Bugüne kadar her defasında top ağaç yapmış bizler artık farklı ağaç türlerini tanıyıp öğrenmenin yanısıra, artık resmini bile yapabiliyorduk. Eğlenerek resim etkinliğimize devam ettik, ormanı ağaçları, diğer canlıları resmettik hep birlikte, gördüğümüz kuşları geyiği çizdik. Vakit akşam olmuştu… Bir etkinlik daha belleğimizde bıraktıkları ve kazandırdıklarıyla sona erdi…